Yaratıcılık alan ister.

Kendinle yeniden tanış ve tanıştığın kişi ile barış. Seninle var olan ve senden beslenen yaratıcı işin ancak bu farkındalığın üzerine inşaa edildiğinde gerçekten başarılı olabilecek.

Tuğçe Akbulut
5 min readJul 2, 2020

Yaratıcılık alan ister.

Sana verilen alana sığmaya çalışmak yerine bir adım geri atıp, senin tasarladığın, sınırlarını kendin belirlediğin bir alanda ancak kendini var edebilirsin. Sana verilen alan, o alanı tanımlayanların ihtiyaçları kadar olacaktır asla senin hayal ettiğin, deneyler yapabilmek için ihtiyaç duyduğun kadar değil.

Yaratıcı üretim, onu üreten kişinin karakteri, kişisel öğrenimleri, değişimleri, bireysel becerileri, yani güçlü ve zayıf yanları ile doğrudan ilişkili. Özellikle de kariyer yolculuğunun ilk başlarında… Kendi süper güçlerimizin ve zayıf yönlerimizin farkında olmak bizi kendi kendimize inşaa ettiğimiz tuzaklardan korur. Aksi takdirde potansiyelimizi ortaya koyamamanın yarattığı bıkkınlık, kendimizi gerçekleştirememe yorgunluğu içinde sıkışıp kalabiliriz. Bu yüzden kendimizle yeniden tanışmak ve barışmak ve işimizi bu farkındalık üzerine inşaa etmek hem verimliliği arttırır, hem de kendimize olan sevgi ve saygımızı. Kendimden biliyorum.

Peki ne demek istiyorum?

Kendini dövmek ile her üretimine aşık olmak arasında uzun bir yol var fakat o arayı kapatacak çeşitli köprüler de var. Bu köprüler özetle, “mindshift” dediğimiz bakış açısı değişiklikleri, öğrenip, güçlendirebileceğimiz birer kas aslında. Peki neden lazım bu “mindshift” ?

Yaratıcı endüstri emekçisi olmak zor. Bir yandan özgünlüğünü koruman, bir yandan hemen her marka ve konu özelinde çalışabilecek kadar çok yönlü olman, bir yandan da sizden devamlı yaratım bekleyen bir dünya karşısında her üretiminiz üzerinde eleştiri hakkını hunharca kullanan kalabalıklar önünde dirayetle üretmeye devam etmen beklenir. Debbie Millman’ın bu videoda söylediği gibi; “Tasarım asla sadece tasarımla ilgili değildir.”

Yaratıcı üretim bir işe, yani finansal çıkar yaratan bir ilişkiye dönüştüğü anda artık müşterisi ile üreteni arasında bir diyalog başlar. Diyalog derken yani bildiğimiz arz-talep ilişkisi. Bu diyaloğun en nitelikli ve hayalleri kurulan hali, kendi özgün üretimini yapan yaratıcının kapısında kuyruk olan müşteri profilidir ki şu an gülümsemeye başladığınızı tahmin ediyorum. Evet bu ilişkiden bahsediyorum yani arzın talebi yarattığı o lezzetli ihtimal.

Bunun gerçekleştiği binlerce örnek var. Ajansların, tasarım stüdyolarının, bazı sanatçıların bilinirliğini arttıran, markalarını büyüten şey, esas değer önerilerine sadık kalmayı uzun yıllar dirayetle başarabilmiş olmaları. Peki ya bunun sürdürülebilirliği? Asıl mesele orada başlıyor.

Günlük koşturmalar, eldeki projeler, sorumluluklar arasında kendini bulmak ile gelen maillere cevap verip, iş yetiştirmek arasında masa tenisi oynamak, bir süre sonra o ilk gün heyecanlarının hızlıca “fade out” olmasına sebep oluyor. Bu heyecanın kaybı “ya aslında ilk çıktıklarında iyiydiler ama…” diye başlayan özlem dolu cümleleri doğuruyor. O ilk çıktıklarında dikkat çeken, verdikleri ilham ve özgünlükleri ile pırıl pırıl parlayan yaratıcı profesyoneller, zamanla biriken hunhar sorumluluklara ek olarak, pazarlama, iş geliştirme, strateji tasarımına dair bilgi eksiklikleri ile hızla sıradanlaşıyor, üretimlerinin pusulası şaşmış bir üretimhaneye dönüyor. Peki bu tablo yaşanmasın diye ne yapmak lazım?

Uzun zamandır bir refleks olarak zihnime yerleşen filtrelerden biri, attığım adımların reaksiyon mu yoksa yaratım mı olduğunu sorgulamak. Reaksiyon fazında kalmanın beni hedeflerimden uzaklaştıran, kendimi başkalarının yolculuklarında sürüklenirken bulmama sebep olan bir tuzak olduğunu farkettim.

Reaksiyon hali, size gelen taleplere, sadece o taleplerin getirisi kadar cevap seçeneğiniz olduğunu düşündüren genel bir yanılgı.

Örneğin, üç farklı proje geldiğinde ve zamanları çakıştığında refleksimiz hangisini seçmenin daha doğru olacağı konusunda derin bir kuyuya itiyor bizi. Halbuki yaratım halinde olduğunuzda çoktan önünüzdeki 3–6–9 ayın nasıl geçmesi, nelere odaklanılması ve ana hedefinize varmak için atılması gereken adımların neler olması gerektiğine dair bir plan, bir öngörü, genel bir yaklaşım sahibi olacağınızdan, cevabınız projelerin hangisini almak değil, projeleri alıp almamak, ya da gelenlerin sizin ana hedefinizle uyuşup uyuşmadığını değerlendirmek gibi yeni bir soru seti tarafından değerlendiriliyor olacak.

Kısa süre önce, bir illüstratör arkadaşım, “kafam çok karışık” diye bana danışmak istedi. Elinde var olan projelerine ek olarak iki proje geldiğini, takviminin çok sıkışık olduğunu, hangisini seçmesi gerektiğine karar veremediğini, projelerden birini istemese bile müşteri ile yakın kalmak istediğini ve bunun gibi birçok detay anlatarak hangi seçimin daha mantıklı olabileceği konusunda kafasını karıştıran argümanlarını anlatıyordu. Ona üç yıl sonra ne yapıyor olmak istersin, diye sordum. Bu soru bir “shift” tarattı sohbetimizde. Önüne düşen projelere, zaman, para gibi filtrelerle bakmanın bir adım öncesine, kendi hedeflerini sorgulamaya taşıdı onu. Böylece sorulara, şekillendikleri şartlar içinde cevap vermek yerine, kendi hedefleri ile uyumlarına bakabileceğini farketti. Bir günlük çalışmamız ile tasarladığı marka stratejisi, ilk sorduğu sorulara ve nicelerine daha sağlıklı bir perspektiften cevap vermesini sağladı. Böylece “reaksiyon” halinden, “yaratım” haline geçmiş oldu.

Yaratıcı endüstri emekçisi olmak zor, hele de yalnız, ufak bir ekip olarak çalışıyorsanız. Dengesiz, belirsiz finansal atmosfer, dalgalanan pazar tarafından ilk savrulan endüstrilerden birinin parçası olmak, bu belirsizlikler ile sürekli mücadele etmek insanı her çalan kapıya fırsat gözü ile bakmasına sebep oluyor.

Belki de öyle, her biri bir fırsat ama tam olarak ne için?

Önümüze düşen ihtimallerin işimizi büyütmek için bir fırsat mı yoksa kafamızı karıştıracak akıl çeliciler mi olduğunu anlamak için iç sesimizden daha nitelikli bir araç kullanabiliriz: marka stratejisi ve gelecek planı! Evet, planlar bozulabilir, şartlar değişebilir ama bunların hiçbiri başta bir plana, stratejiye ihtiyacınız olduğu gerçeğini değiştirmez, değiştirmemeli.

Akışına göre yaşamak, rüzgarın nereden eseceğini, çukurun hangi yolda belirivereceğini bilmediğimiz bir ekonomik düzlemde meslek olarak seçtiğiniz profesyonel üretime daha akılcı yaklaşmak istemez misiniz? Reaksiyon halinde, önünüze her düşen fırsatı, o fırsatın kapasitesi ve o günkü durumunuz çerçevesinden değerlendirmek yerine, birkaç gün odaklanarak tasarlanan profesyonel bir strateji ile nereye gittiğinizi ve en önemlisi neden gittiğini bilerek ilerlemek daha rahatlatıcı değil mi? Bu satırları on yıl freelancelik üzerine iki yıllık çalışan ve nihayet 3 yıllık girişimcilik deneyimi ile yazıyorum. Yani evet, yaratıcı üretimlerle para kazanmanın zorluğunu, endüstrilerin nitelikli kesişim alanlarının çok dar olduğunu, rüzgarın sürekli karşıdan estiğini bilen biri olarak. Aslında tam da bunları bildiğim için, artık bir adım geriden cevap veren değil, beş adım ileride yolu tasarlayan tarafa geçmemiz gerektiğine içtenlikle inanıyorum.

Dönüşüm zahmetli, heyecanlı, güvensiz, belirsiz, merak uyandırıcı, yorucu, adrenalin yüklü bir yolculuk. Sürekli devam eden bir dönüşümün içinde olduğumuzu kabul etmeyip sonuca odaklanma hatasına düşenler için ise devamlı bir doğum sancısı, üstesinden gelinecek bir mesele. Ancak sürekli değişen, dönüştükçe özelleşen bir yaşama şeklinin tam ortasında, yıllardır süregelen iş yapma, var olma, kendimizi var etme şeklimiz zaten bu hali ile yeterince zor değil mi?

Madem bu “business” oyunlarını sevmiyoruz, oyuna küsmeyi, reddetmeyi uzun yıllardır deniyoruz, şimdi kolları sıvayıp oyunu yeniden tasarlama zamanı artık gelmedi mi?

Bunu biz yapmayacaksak kim yapacak? Şimdi değilse ne zaman?

--

--

Tuğçe Akbulut

Founder of Cross Change, Holistic and Speculative Multidisciplinary Designer, Creative Director